Ah güneşin ve kavurucu ayazın, ıssızlığın büyük seslerinin, serapların ve vahiylerin çölü. Bu yol az sonra bitecekti ki olan oldu… “…gökten bir nur ansızın (Saul’un) çevresinde parladı. Ve yere düşüp bir sesin kendisine: Saul, Saul, niçin bana eza ediyorsun? dediğini işitti. O da: Ya Rab, sen kimsin? dedi. Ve o dedi: Ben eza ettiğin İsayım…” (Resullerin İşleri, 9:3-5)
Yanındakilerin göremediği nur Saul’u kör etmişti. Yanındakilerin yardımıyla Şam’a vardığında Yahuda’nın evine götürülmeyi istedi… Üç gün, üç gece boyunca ne ağzına bir lokma girdi, ne de gözüne uyku. İçine düştüğü karanlığın, ilk zamanlarda insanı tuhaf bir ışığın sert kıskacıyla sıkan o muazzam boşluğunda yalnızca yakardığı söylenir.
Yahudilerin bu gözü pek adamı artık, İsa’nın adını ve buyruklarını, “milletler, krallar, ve İsrail oğullan önüne götürmek üzere… seçilmiş bir alettir” (Resullerin İşleri, 9:15).
Tanrısal mucizeyle
Gözleri bir “Tanrısal mucizeyle” açıldıktan sonra Tarsuslu, Şam’da üç yıl boyunca vaazlar verdi. Açıkçası bir zamanlar yönlendiricisi olduğu Yahudi şiddeti, şimdi ona yönelmişti ve bir tedhişçi gibi gittiği Şam’dan kaçarak Kudüs’e döndü. Ama bir süre önce kendi önderleri olan bu adamın, karşı saflarda çalıştığını öğrenen Kudüslü Yahudilerin şaşkınlığı, öldürücü bir öfkeye dönüşmüştü. Üstelik, Saul’un tek sıkıntısı bu değildi.
Büyük baskılar ve kıyımlar karşısında gizlilik esaslarına göre çalışmaya başlayan İsa taraftarları, daha önce çeşitli öldürme ve eziyet olaylarının başını çekmiş bu adamın, bir hile yapacağından endişe ediyorlardı. “Topluluğa katılanları bir bir belirleyip bir yeni eziyete girişmeyeceğini kim söyleyebilirdi?…”
Aziz Barnabas, onu diğer resullerin yanına götürünceye kadar bu korku ve güvensizlik karmaşası böyle sürdü. Ama Kudüs’te kalması da artık olanaksızdı. Şakirtler (öğrenci), yine “gizli yollardan onu, kendi memleketi olan Tarsus’a geçirdiler”.
İşte bundan sonra başlıyor Tarsuslu’nun Anadolu topraklarındaki macerası. Kilikia bölgesinde olmasına rağmen Roma İmparatorluğu’nun Suriye eyaletine bağlı kentlerinden Tarsus; felsefe, politika, retorik bakımından o günlerin en önemli kültür merkezlerinden biri. Ancak, Yeni Ahit’teki dört İncilden üçüncüsünün ve Resullerin İşleri’nin yazarı, Antiokheialı (Antakya) bir hekim olan Aziz Luka, Saul’un neredeyse on yıl boyunca Tarsus’ta “ne yaptığına” gelince susuyor.
Saul, gerek eğitim ve aile yaşamında, gerekse politik ve dinsel etkenliklerinde Kudüs’e bağlı kalmıştı. Ancak Tarsus onun baba yurdu, akrabaların meskeni olarak yaşamının bu sıkıntılı evresinde bir kez daha devreye girmiş gibi görünüyor. Üstelik öğreniyoruz ki, Roma İmparatorluğu döneminde, Tarsuslu “yurttaş” (Romalı) olmak orada yaşamaktan daha özel bir durumdur.
Saul, “Paulos” adını kullanarak gezmeye başladıktan sonra karşılaştığı bütün zor anlarda “Tarsuslu bir Yahudiyim”… “Kilikia’nın önemsiz sayılmayan bir kentinin yurttaşıyım” ya da “ben yurttaş olarak doğdum”, diyerek kendini savunurken yaşadığı yerden çok, üst soyundan gelen haklarını anlatıyordu. Çünkü, Helenleştirilmiş Tarsus’ta “yurttaşlık”, zamanın gelir cetveliyle kıyaslandığında hiç de küçümsenmeyecek bedeller ödenerek elde edilen bir haktır.
Read More about Paulus’un Anadolu’daki serüveni